23 Mart 2016 Çarşamba

Yüzüstü Çok Süründün...


Beyin, biz insanoğluna verilmiş ve maalesef çoğumuzun bir ömür boyu varlığından bile haberdar olamadığı eşsiz bir hazinedir.

Kaldı ki beyin, hayata hayat veren yegane organdır da aslında.

Doğrular da yanlışlar da, iyiler de kötüler de “onunla” bilinir; tabi ki beyin “fark edilir” ve sahibi tarafından “kullanılabilirse” eğer.

Özellikle alemi insanlıkta temayüz eden her yokluk ve varlığın, her kaos ve sükunun, her harp ve sulhun tek amir ve mesulüdür beyin.

3 önemli bölümden meydana gelen bu eşsiz organ; korteks adı da verilen “üst beyin” kısmını kullanmayı başarabilen birey veya toplumları ihya ederken; “orta ve alt beyin” kısımlarını özellikle de “sürüngen beyinlerini” (alt beyinlerini) kullanan fert ve cemiyetleri ise rezil ve rüsva etmiştir tarih boyunca.

“Beyinlerini” ve “değerini” fark edenlerin belki de ilk öğrendikleri şeydir; üst beynin yaşamımızı “mantık” ile, orta beynin “duygularımız” ile, sürüngen beynin ise “içgüdüler” ve “saldırganlıklar” ile yönettiğini.

Ve yine belki ilk öğrendiklerinden biridir, beynini fark edenlerin; sürüngen beynin her türlü şuculuk buculuk, particilik, cemaatçilik, sağcılık, solculuk, Türkçülük, Kürtçülük, İslamcılık gibi yapmacık mensubiyetlerle “üst beyne” karşı galip gelerek, fert ve toplumları tutsak ve perişan ettiği hakikati.

Öyle ki beyne dair bu müthiş tespit, egemenliği gaye edinmiş güç ya da milletlerce; diğerlerinin aleyhine kullanılmış ve sürüngen beynin varlık nedeni “suni aidiyetler” ekilmiştir öteki ulusların bağrına. Ekilmiştir ki bir koca ulus “sürüngen beynin” izinde kavgalarla sürüm sürüm sürünsün diye.

Dün ve bugün, bu perspektifle baktığımızda bu topraklara; yapay aidiyetlerimiz peşi sıra nasıl sürüklendiğimiz, nasıl ve ne büyük sıkıntılara düçar olduğumuz bir tokat gibi çarpmaktadır suratımıza.

Bitmek tükenmek bilmeksizin bir biri ardına devam eden Alevi Sünni, Türk Kürt, sağ sol, ülkücü komünist, cemaat parti kavgalarımız bize dayatılan “sürüngen beynimizin” eseri değil midir sizce de?

Bu kirli oyunu dünya üzerinde kuranların “üst beyinlerini” ne denli iyi kullandıklarını; bizim gibi milletlerin ise her defasında bu oyuna gelerek “sürüngen beyinlerimize” ne derece tapındığımızı daha ne kadar göremeyeceğiz?

Birlik olma, büyük düşünme, plan yapma, proje ortaya koyma gibi alanlarda kullanmamız gereken enerjimizi; birbirimizi yemeye harcayarak asırlardır sürüm sürüm süründüğümüzü; düşmanın maskarası olduğumuzu fark edemiyor muyuz hala?

Bu bağlamda, Merhum Necip Fazıl da:

Yüzüstü çok süründün”; ayağa kalk Sakarya, diyor bize hitaben şiirinde.

Sahi biz, milletçe ayağa kalkmak için, daha neyi bekleyeceğiz?

Lütfen söyler misiniz?

Yoksa, yılmadan usanmadan, hayatı ve her şeyi tüketmeye ve kavgaya devam mı?


19 Mart 2016 Cumartesi

Türkiye'ye Psikolojik Harekat


Karşı devleti, gücü ve dolayısı ile halkı, topluluğu korkutmak, endişelendirmek veya insanları, neticeleri daha zararlı olabilecek tepkilere yönlendirmek gibi farklı veçheleri olan asimetrik savaşın vazgeçilmez bir parçasıdır “psikolojik harekat” ve umumiyetle soğuk savaş dönemlerinde icra edilir belirlenen düşmana karşı.

İsminden de anlaşılacağı üzere insanın beyin yapısına ve bu bağlamda da psikolojisine yönelik bir savaş taktiğidir “psikolojik harekat”; toplumu yanlış düşünce ve tepkilere sevk ederek daha savaşa bile girmeden bezgin ve yenik düşüren ya da sağduyu kaybına neden olarak girdiği savaşta ona üst üste hatalar yaptırarak ağır zayiatlar vermesine sebep olan.

Akıl ve mantığa dayalı zekasını yoğun şekilde kullanabilen ve tarihte büyük düşünür, bestekar ve yazarlar yetiştiren Alman toplumunun; II.Dünya Savaşı’na girme süreci de akabinde büyük kayıplar verişi de bir psikolojik harekat sonucu ortaya çıkmıştır örneğin.

Alman halkı üzerinde, senelerce sürdürülen etkin propaganda yöntemleri ile, evvela üstün Alman kavmi mensubiyeti altında insanların alt beyinleri (sürüngen beyin) baskın hale getirilerek, özellikle üst beyinleri (korteks) devre dışı bırakılmış; neticesinde de toplum rasyonel karar veremez hale getirilmiştir global oyun kurucularca. Çünkü bu psikolojik harekatlar sonucunda Almanlar, akıl ve mantık ile kararlar almayı terk edip; kamplaşma ve korkularla beslenen “ben” merkezli ve içgüdüsel düşünen saldırgan “sürüngen beynin” komutasına girmiştir artık.

Ve Almanlar, böyle bir psikoloji ile, yani inandırıldığı ve mensubu olduğu üstün Alman kavmi ve diğer düşman uluslarla mücadele etme zorunluluğu düşüncesi ile girmiştir adeta aklını yitirerek büyük Cihan Harbine.

Ve sürüngen beyni peşi sıra sürüklenmiştir o koca millet; tarifsiz bir milli yenilgi, acı ve yıkıma.

Çok net olarak görülmektedir ki bugün aynı psikolojik harekat; ders almadığımız tarihteki onca örneğine rağmen yine ve yeniden Türkiye’ye yönelik icra edilmekte; halk yine aynı hileler ile “İslamcı” “Cemaatçi” “Solcu” “Türkçü” “Kürtçü” mensubiyetleri altında, türlü kamplaşma ve korkuların beslediği “sürüngen beynin” yönetimine ve kucağına teslim edilmektedir.

Daha dün Almanları II.Cihan Harbine sürükleyen benzer bir psikolojik harekatın; bugün bizi büyük ve tadili imkansız bir savaş veya iç savaşa dolayısı ile de BOP’a taşımasına engel olabilmek için acilen yapılması gereken:

1.Olaylara halk olarak İslamcı, Kürtçü vs mensubiyetlerimiz ile değil Türkiyelilik aidiyetimizle bakmak

2.Ülkemiz üzerine gerçekleştirilen psikolojik harekatı tüm kapsamı ile görebilmek

3.Liderler arası kavgacı yaklaşımı derhal sonlandırmak ve liderler arası uzlaşma ve birliği temin etmek

4.Uzlaşmaya yanaşmayan kavga dilini devam ettirmede inat eden liderlerimize vatandaş olarak en sert tepkiyi vermek

5.Her adımımızda içgüdülerimizi, hislerimizi değil; akıl ve mantığımızı rehber alarak soğukkanlı ve sağduyulu olmak

6.Ve son olarak hangi mensubiyetten olursak olalım tüm tepkilerimizi “hakkaniyetle” ve sadece “Türkiyeli” ve “insan” olmak saiki ile vermektir.

Aksi takdirde, şakası yok; ya 78 milyonu ile var veya yine 78 milyonu ile yok olacağız.

Alevi’si Sünni’si, Türk’ü Kürt’ü, 78 milyon insanımız ile hep birlikte var ve bir olmayı umuyor ve diliyorum.


10 Mart 2016 Perşembe

Böylesi Müslümanlara Hava Bile Haram


Zamanında Bursa’da hayırsever bir adam yaşarmış. Bu adam, Bursa’da eski ismi ile “Yahudi Yolağzı” muhitinde bir çeşme yaptırmış. Yaptırmış yaptırmasına da bir de başına bir kitabe eklemiş: “Her kula helal; Müslüman’a haramdır!” diye.

Bursa’nın Osmanlı’nın başkenti, dinin İslam, halkın çoğunlukla Müslüman olduğu dönemde; böylesi bir yazıt ortalığı ayağa kaldırmış.

Sen misin, Müslüman ahalisinde yaptırdığın hayratın suyunu; her kula helal, Müslüman’a haram eden diye kopmuş bir fırtına.

Fitnecilikten tutun; hainliğe adama denmeyen kalmamış Bursa’da. Ve tabi şikayetler, şikayetler, şikayetler…

Nihayet konu intikal etmiş kadıya. Tez derdest edilip getirilmiş adam kadının huzuruna.

Kadı:

Be adam sen nasıl birisin ki bu İslam beldesinde yaptırdığın sebilin suyunu herkese helal Müslüman’a haram edersin? Sen nasıl olur da Müslüman ahali içinde fitneye ve huzursuzluğa sebep olursun diye sormuş.

Adam:

Kadım sebebi vardır; ama delil şarttır, diye cevaplamış kadının sorusunu.

Kadı:

Söyle bakalım nedir delilin bu hareketin için, diye yinelemiş sualini.

Bu sefer de adam:

Derim; ama sadece Sultan’a efendim demiş karşılığında.

Bunun üzerine alıp derhal adamı götürmüşler Sultan’ın huzuruna. Bu defa aynı suali Padişah yöneltmiş adama:

Nedir delilin söyle be adam diye…

Adam:

Delilim vardır ve ispat edeceğim size hünkarım demiş Sultana. Ama üç isteğim olacaktır sizden.

Sultan, söyle bakalım demiş, içindeki büyük bir kızgınlık ve de merakla adama.

Adam:

Sultanım, herhangi bir havradan herhangi bir hahamı sorgusuz sualsiz yakalatıp hapse atın ve bir hafta tutun ilk olarak demiş.

Bunun üzerine bir haham yakalanıp hapse atılmış hemen. Bunu öğrenen Yahudiler ayağa kalkmış. Sultan’ın kapısına dayanıp:

Sultanım duyduk ki hahamımız hapse atılmış. Ne ola ki bunun sebebi? Biz kendisini senelerdir tanırız. Hiçbir yanlışını görmedik. Biz kendisine kefiliz. Lütfen hahamımızı salınız. Gerekirse kefalet vermeye de hazırız, demişler.

Ve serbest bırakılmış haham.

Sonra adam, Sultan’dan bir hıristiyan papazın yakalanıp bir hafta hapse atılmasını istemiş. Sultan bu arzusunu da yerine getirmiş adamın.

Bu defa Hıristiyanlar ayaklanmış tüm şehirde. Sultan’ın huzuruna çıkmalar, itirazlar, itirazlar, itirazlar.

Sultanım, ne ola ki papazımızı derdest etmişsiniz. Biz kendisine kefiliz. Kendisinden bugüne kadar hiçbir zarar görmedik. Gerekirse kefalet de vermeye hazırız; ama papazımızı lütfen salınız, demişler.

Ve papaz da serbest tabi.

Sıra gelmiş adamın üçüncü arzusuna. Adam bu sefer de bir Müslüman alimin hapse atılmasını istemiş Sultan’dan.

Derdest edilen bu sefer Ulu Cami’nin imamı olmuş. Apar topar vaazının ortasında alınıp hapse atılmış imam.

Lakin bundan sonra süreç çok farklı işlemiş imam için; haham ve papaza göre.

Ne arayan olmuş ne soran hocayı…

Hatta bu kadarla da kalmamış Müslüman ahalinin tepkisi; hocalarının tutuklanması sonrasında.

Biz de onu adam bilirdik…

Ne haltlar karıştırdı kim bilir…

Onca yıl arkasında namaz kıldık…

Dedikoduları, iftiraları hatta hakaretleri sarmış dört bir yanı.

Padişah ve kadı şaşakalmış tüm olup bitene. Ve haydi söyle, ne diyeceksen şimdi? Diye sormuşlar adama:

Önce hocamız artık salıverilmeli ve helalleşilmelidir kendisi ile demiş adam. Sonra devam etmiş:

Her şeye siz de şahit oldunuz Sultanım. Böylesi Müslümanlara “su mu helal edilir”? demiş.

Sultan, başını sallayarak:

Haklısın, haklısın; “Bırakın suyu, böylesi Müslüman’a hava bile haram; hava bile…” diye yanıtlamış adamı.

Yanlış mı efendim?

Böylesine akı karadan ayırmaktan aciz, haktan hukuktan doğruluktan vefadan İslamiyet’ten bihaber, mesleği dedikodu iftira ve hakaret olmuş, yaşamı gayrı İslami; ama adı Müslümanlara “hava bile haram” değil mi?

Böylesi Müslümanlara “hava bile haram”! Böylesi Müslümanlara “hava bile” haram, vesselam.

Twitter: https://twitter.com/rifatokuyanlar                    

7 Mart 2016 Pazartesi

Suçlu Her Vekil de Yargılanmalıdır


Konu malumunuz, güncel ve “yasama dokunulmazlığı” ki aslında “yasama bağışıklığının” iki modelinden biri efendim.

Bu anlamda, konuya, yasama bağışıklığı tabiri ile girmekte fayda görüyorum.

Mebusların, işledikleri suçlar ya da konu oldukları davalarla ilgili, adli merciler karşısında, normal vatandaşlardan farklı olarak imtiyaz sahibi olmalarına “yasama bağışıklığı” diyoruz.

Yasama bağışıklığı, vazifelerini bir baskı altında kalmadan yürütebilmeleri için milletvekillerine verilmiş bir imtiyazdır da diyebiliriz bu bağlamda.

Ve yasama bağışıklığı modelleri ikiye ayrılıyor:

1.Yasama sorumsuzluğu     2.Yasama dokunulmazlığı

1.Yasama sorumsuzluğu: Kürsü dokunulmazlığı da denilen bu model, parlamenterin, yasama çalışması sürecinde her türlü fikrini özgürce ifade etmesine ve bu beyanları ya da kullandığı oy nedeniyle hiçbir şekilde hukuki ve cezai takibata uğramaması anlamına geliyor. Ve bu sayede vekil, yasama süreci içindeki tüm ifade (hakaret, küfür dahil) ve oylarını serbestçe ortaya koyarken;  her işlediği suç ile ilgili de normal bir vatandaş gibi yargılanabiliyor.

2.Yasama dokunulmazlığı: Kökeni Fransa olan ve Anayasamızın 83. Maddesinde yer alan bu yasama dokunulmazlığı, ceza kanunları karşısında vatandaşların eşitliği ilkesine aykırı olmakla birlikte Türkiye’de uygulanan sistemdir. Ve bu eşitliğe aykırılık nedeniyle, bu model, birçok ülke halklarınca tepki ile karşılanmaktadır. Çünkü bu modele göre, parlamenter, sadece yasama içerisindeki söz ve oylarından değil; işlemiş olduğu tüm suçlardan da sorumsuzdur, yargılanamaz, ceza alamaz.

Bunun yanı sıra, Türkiye’de, kamuoyunca çok tepki alan yasama dokunulmazlığı sistemi uygulanmakla birlikte; milletvekillerine, diğer ülkelerden de farklı olarak çok geniş bir zırh sağlanmaktadır.

Bu minvalde, ülkemizdeki halihazır dokunulmazlık sistemi, milletvekillerimize, tabiri caizse “bir suç işleme” icazeti vermekte ve aleyhlerinde hazırlanmış yüzlerce yargılama dosyası bugün TBMM’de bekletilmektedir.

Asil olanın yani milletin adalet önünde yargılanması söz konusu iken; vekilinin yani milletvekilinin, halka nazaran kendisini çok daha güçlü savunma imkanına sahip olmasına rağmen, yargılanmadan müstesna tutulması “eşitlik” ilkesine aykırıdır.

Bu bağlamda, HDP’li vekillerin, dokunulmazlıklarının kaldırılması gündeme gelmişken; uygulama meclis geneline yayılarak tüm milletvekillerini kapsamalı ve bir anlamda vekile suç işleme imtiyazı sunan yasama dokunulmazlığına son verilerek parlamenterlerimizi yasama sürecindeki tüm faaliyetleri itibariyle tamamen koruyabilen “kürsü dokunulmazlığı” modeli tercih edilmelidir.

Çünkü, esas olan hak ise hukuk ise adalet ve eşitlik ise; millete dokun, vekiline dokunma anlayışı tamamen yanlıştır. Milletin işlediği suçtan dolayı nasıl ceza muafiyeti yok ise; vekilin de işlediği suçtan ceza muafiyeti olamaz, olmamalıdır.


Hasılı millet nasıl yargılanıyorsa; “suçlu her vekil” de yargılanmalı; sadece “kürsü dokunulmazlığı” imtiyazından yararlanmalıdır.

3 Mart 2016 Perşembe

Yeni Bir Çanakkale Savaşı mı Dediniz


Çanakkale Zaferi mi desem, Çanakkale Savaşı mı desem; pek bilemedim açıkçası yazıya başlık koyarken. Çünkü biz, en az savaş kadar zafer bildik Çanakkale’yi; hatta çoğu zaman “destan” dedik ona.

Zafer miydi gerçekten Çanakkale? Kuşkusuz, gencinden yaşlısına, kadınından erkeğine, Karslısından Manisalısına halkımızın nice canlar vererek kazandığı bir zaferdi Çanakkale. İlk kez kara, deniz, hava ve denizaltı güçlerinin birlikte ortaya koyduğu bir dünya savaşı denemesiydi Çanakkale. Ama ben, bu yazımda Çanakkale Savaşı’ndan ve Çanakkale Zaferi’nden değil; Çanakkale Savaşı’na giriş sürecimizden bahsedeceğim sizlere.

Millet olarak tek seçeneğimiz miydi bu savaş; yoksa, yoksa bizler için bir emri vaki miydi on binlerce şehit verdiğimiz?

Ve, herşey, 1914 Ağustos’unda, Çanakkale Boğazı’na doğru ilerleyen Goeben ve Breslau adlı iki Alman savaş gemisi ile başladı. Bu iki gemiyi İngiliz savaş filosu takip ediyordu. Osmanlı ya Goeben ve Breslau’ın boğazdan girişine izin verecek ya da İngiliz filosu esir alacak veya batıracaktı bu iki gemiyi.

Sadrazam Said Halim Paşa 09 Ağustos’ta hemen bir teklif sundu Almanlara. Paşa’nın teklifine göre, Alman gemilerini satın almış gibi yapacaktı Osmanlı ve kendi bayrağını çekecekti sonra. Böylelikle Almanları rahatlatacaktı bu çözüm yöntemi ile.

Almanların, teklifimizi çaresizce kabul etmesi ile Yavuz ve Midilli adında son model iki savaş gemisi oldu Osmanlı’nın. Oldu olmasına da bu iki modern gemiyi kullanabilecek bir mürettebatı yoktu Devleti Ali’nin. Çözüm basitti; bir anda Alman bahriyesi, oldu Osmanlı bahriyesi.

Binaen aleyh gelişmeler üzerine CHURCHILL, Osmanlı’ya saldırma yetkisi aldı kabineden. Alman mürettebatın Osmanlı’ya geçişi iyiden iyiye çileden çıkarmıştı İngilizleri. Bu hareket, Osmanlı’nın İngilizlere karşı, Almanya yanında taraf olması demekti.

Ve Enver Paşa çıktı yine sahneye. 1,5 sene önce Bakanlar Kurulu Toplantısını basıp Nazım Paşa’yı öldürten ve yasa dışı yollardan hükümeti ele geçiren Enver Paşa; Almanlarla gizlice anlaşarak inisiyatifi aldı eline. Alman Komutan Liman Von SABDERS’e, mayın döşeme ve Çanakkale Boğazı’nı kapama emri verdi hemen. Paşa, Rusya’yı köşeye sıkıştırma derdinde idi aslında. Almanlar da iki gemilerini kaybetmişti; ama bir müttefik kazanmışlardı sonuçta.

İngilizler, soğukkanlılıklarını korumaya devam ediyordu; tüm olup bitene rağmen.

Enver Paşa… o güne dek hep risk alan ve kazanan Enver Paşa; sonucunda koca bir milletin etkileneceği bir savaşa Osmanlı’yı sokma aşamasındaydı zahir.

Ve soktu da. Almanya’nın orduya vereceği 2 milyon altın lira karşılığında, İttihatçıları da savaşa ikna etmişti Paşa; tarih 11 Ekim 1914’ü gösterdiğinde. Ancak sonra, Almanya’dan altınlar gelmesine rağmen İttihatçılar ve Talat Paşa vazgeçti İngilizlerle doğrudan savaşa girmekten. Ki İngilizler Osmanlı’ya saldırmadıkça.

Almanlar nezdinde itibar kaybına uğrama tehlikesi ile karşı karşıya kalan Enver Paşa ve etkisi altındaki Cemal Paşa dışında hiç kimse harp riskini alamıyordu özetle.

Fakat Enver Paşa, kendi ifadesi ile Turancılık sevdası ve daha doğrusu kişisel imajı uğruna, kafasına savaşı koymuştu bir kere. Ve gizli emri ile, 28 Ekim’de, Rusya’nın Sivastopol ve Odessa limanlarını bombaladı Karadeniz’e açılan savaş gemileri.

02 Kasım’da Rusya, 03 Kasım’da ise İngiltere; böylelikle savaş ilan etti Osmanlı’ya.

Ve biz, Sarıkamış başarısızlığı neticesinde 90 bin şehit verişimizin kendisine sorulması üzerine şehitlerimizi kastederek “Nasıl olsa ölmeyecekler miydi?” gibi izahı imkansız bir yanıt veren bir Paşa iradesi ile girmiştik küçük bir Cihan Harbi olan Çanakkale Harbi’ne.

O Enver Paşa ki İngilizlerin İstanbul’u işgal edeceği haberiyle Kurtuluş Savaşı öncesi bir Alman gemisi ile terk etmişti memleketi ve “Turan yapmak istedik; viran ettik vatanı” itirafı ile…

Şimdilerde de sanki yeni bir Çanakkale Savaşı nidaları duymaktayım ben.

Sahiden, yeni bir Çanakkale Savaşı mı dedi birileri?

Yok, sizi tutmayalım; ama bu sefer, biz “milletçe” almayalım Paşam.



2 Mart 2016 Çarşamba

İnsanlık Kazansın


Yaşam, bin bir çeşit sestir… dokunuştur… kokudur… tattır bence.

Yaşam, hem doğru hem yalan; hem iyilik hem kötülük; hem kazanç hem kayıptır bana göre.Çünkü iyi, güzel olan ne varsa; zıddı ile idrak edilebilir bizlerce. Soğuk olmasa sıcağı, karanlık olmasa aydınlığı, kötülük olmasa iyiliği nasıl fark edebilirdik yoksa?


Ve Yaratan, öyle takdir etseydi ki sadece iyiliği ve sadece iyiliği işleyebilen meleği halk etmekle yetinmez miydi kainatta? İşi gücü şer olan şeytanı yaratır mıydı Rab mesela veya izin verir miydi İblis’in evrende at koşturmasına?

Kötülük ve iyilik yan yana olmasa, imtihan sırrı nasıl hasıl olurdu hayatta? Doğrunun arkasında, yanlışın karşısında durma şerefine yoksa nasıl erişirdi insan?

Hasılı, evrende aslolan, her şeyi zıddı ile tanıyıp fark ederek; iyiyi, güzeli desteklemek değil midir bizler için?

***

Dedesi de bu tavsiyeyi güzel bir senaryo hazırlayarak verir torunu Leman’a hikayede.

Yaz gelmekte ve Leman’ın dedesine ziyareti de yaklaşmaktadır o günlerde. Ve tatil günleri geliverir göz açıp kapayıncaya.

Leman, elinde bavul yüreğinde özlem ve coşku dedesinin köyüne doğru düşer yollara.

Dede de hasretle beklemektedir torununu. Ve gelir o mutlu an; kavuşur torun ile dede birbirine.

Çiftliğin kapısından tam içeri girerken birbiri ile kavga eden siyah ve beyaz renklerde iki köpek görür Leman. Üzülür ve heyecanla sorar dedesine:

-Dedeciğim bu iki köpek senin mi?

     -Evet, der dedesi ve ekler:

   -Bu köpekler benim Lemancım. Beyaz olanın ismi İyilik; Siyah olanın adı ise Kötülük; onlar hep böyle birbiri ile kavga eder der.

Küçük Kız, özellikle de köpeklerin ismini duyunca, dedesinin de planladığı üzere:

-Peki dedeciğim, bu kavgayı hangisi kazanır sence? diye sorar kendisine. Dede tabiri caizse taşı gediğine koyuverir maharetle ve:

Biz hangisini beslersek, zaferi o kazanır, kızım der. Hangisini beslersek o kazanır.

***

Evet efendim, Leman’ın dedesinin de dediği gibi, her şey karşıtı ile dip dibedir yaşamımızda. İyilik ve kötülük de dip dibe.

Ve biz hangisini besler hangisini desteklersek; inanın o kazanır zaferi.

Ve “iyilik” kazanırsa; doğruluk, güzellik, yardımlaşma, nezaket, hoşgörü, refah, barış, kardeşlik, huzur ve sevgi… hasılı, “insanlık kazanır” zaferi.

Dileyelim ki tüm zaferleri “iyilik” ve de tabi ki “insanlık” kazansın efendim.