25 Eylül 2015 Cuma

Sağlık Bakanlığına: Hastaneler “Şifahane” Olsun

Sayın Bakanım,

Malumlarınız olduğu üzere, isimlerin, insanların ve dolayısı ile toplumların psikolojisi üzerinde etkili olduğu ilmi bir hakikattir.

Öyle ki isimlerin insanlar üzerindeki güçlü etkisini, atalarımız “Bir insana 40 gün deli dersen; o insan deli olur.” şeklinde veciz ve net olarak ifade etmişlerdir.

Efendimiz (s.a.v.), örneğin, çocuklarımıza isim koyma hususunda, “Sizler, kıyamet günü, isimlerinizle ve babalarınızın ismi ile çağrılacaksınız. O halde güzel isimler koyun.” diyerek, bizleri isim koyarken seçici olmaya ve güzel isimleri tercih etmeye sevk etmiştir. Ve çocuklarına güzel bir ad koyma; anne babanın en önemli vazifelerindendir.

İsim koyarken, en dikkat edilmesi gereken husus, adın, insan zihninde güzel ve müspet bir çağrışım yapmasıdır. Yani mühim olan, ismin anlamıdır.

Efendimiz (s.a.v.), bu bağlamda, İslamiyet’e ve insan psikolojisine uygun olmayan isimlerin; güzel anlamlara sahip adlarla değiştirilmesini emretmiştir.

Öyle ki Resulü Ekrem (s..a.v.), çocukluğunda güzel isim koyulmamış pek çok sahabenin adını bizzat değiştirmiştir. Sıkıntı manasına gelen Zahim isimli bir sahabenin adını; Beşir, yani müjdeleyici olarak koymuştur.

Efendimiz (s.a.v.) bir gün, sağılması gereken bir deve ilgili, çevresindeki sahabeye “Bunu kim sağacak?” diye sormuş; deveyi sağmaya talip olan Mürre (acı) ve Harp (savaş) isimli sahabelere onay vermezken, bu görevi Ya’iş’e (yaşıyor) vererek, yine bizler için, ismin önemine vurgu yapmıştır.

Bu istikamette, söz veya isim insanlar ve toplum üzerinde büyü kadar etkin bir güce sahiptir. Güzel isimler nasıl insan psikolojisinde olumlu tesir bırakıyorsa; kötü anlamlı isimler de insan psikolojisinde son derece olumsuz tesirler bırakmaktadır.

Sadede gelmek gerekirse, tüm arz ettiğim nedenlerle; günümüzde, insanımıza ve toplumumuza şifa dağıtmak üzere kurulmuş mekanların adı olan “hastane”, “hasta evi” manasında kullanılsa da, bu isim, gerek insan psikolojisi gerekse toplum psikolojisi yönüyle gayet menfi tesir uyandırmaktadır.

Dolayısı ile, Sağlık Bakanlığımızca, “hastaların evi” manasına gelen ve insan sağlığına olumsuz tesiri olduğunu bildiğim “hastane” adının; “şifa dağıtan yerler” anlamındaki “şifahane” ismi ile değiştirilmesi kanaati acizanemce son derece önemli bir hizmet olacaktır.

Toplum ve insan sağlığımız yararına, gereğini saygılarımla arz ederim.




23 Eylül 2015 Çarşamba

Tribünden İzlediğin Milli Kaderin

Anadolu’nun Çok Değerli 77 Milyon İnsanıSözüm size. Sana suallerim ve belki de sitemim sana.

Öncelikle, sen, hangi partilisin? Ak Partili mi, yoksa Chpli, Mhpli veya Hdpli mi?

Hangi partili olursan ol; doğrusu ile yanlışı ile; her seçim aynı partiye oy veriyor musun peki?

Cumhuriyet tarihi boyunca, ister senin partin ister başka bir parti iktidar oldu Türkiye’de ve “bu halk her dönemde, hep fukaralık ve hep kardeş kavgası yaşadı”. Ve tüm bu sıkıntılarına rağmen, “bu millet, yine aynı partiye, yani senin gibi kendi partisine gitti oy verdi”. Peki bunu biliyor musun?

Sence bu, futbol takımı tutar gibi, parti tutmaya benzemiyor mu? Ne dersin?

BenziyorHem de Türkiye’deki mevcut hali ile tıpatıp benziyor değil mi?

Bak, ben mevzuyu kısaca açayım sana:

Türkiye, dev bir “futbol sahası”.

Parti yöneticilerimiz ise, farklı takımlardan da olsalar, oyun gereği rakip de olsalar “oyuncu”. Maçı kaybetseler de hep kazanan.

Ya sen? Yani halk? Senin yerin ne bu oyunda?

Takımları, gerek madden gerek manen her halükarda destekleyen; kendi takımını alkışlayıp, rakip takımı yuhalayan; hatta kavga eden ama daima takımı için durmadan kendinden veren veren veren ve sadece oyunu bir kenarda seyreden bir taraftar. Bir “finansör” daha doğrusu.

Evet, sen, bu ülkede kurulan siyasal sistem içinde, “tıpkı planlandığı gibi”; sadece “oyunu tribünden izleyen bir finansörsün”. Fi-nan-sör.

Yani takımını, daha doğrusu takım yönetici ve oyuncularını zengin eden bir finansör.

Yani “partisini, daha doğrusu parti yönetici ve kadrolarını zengin eden bir finansörsün sen”; kurnazca önüne koyulan bu oyunda.

Peki birkaç soru daha sana…

“Türkiye’de oynanan bu oyun” kimin oyunu sence?

Partin ve parti yöneticilerinin oyunu mu? Yoksa “senin yani milletin oyunu mu”?

Türkiye’nin ve halkın oyununda; Türkiye ve millet kalkınmalı, sen zenginleşmelisin; parti yöneticilerin ve liderin değil, değil mi?

Türkiye’nin ve halkın oyununda; kendi kaderin için kendin oynamalısın bizzat oyunda; vatandaş olarak başrolde sen olmalısın; partin ve liderin de senin huzur ve zenginliğin için seni madden ve manen desteklemeli, değil mi?

Peki tüm bu sorularım ve yanıtların neticesinde, sana önemli bir sualim daha var:
“Bu oyun” kimin oyunu sence?

Türkiye’de, “halihazırda oynanan ve milletin kaderini belirleyen bu siyasal oyun”; kimin oyunu sence?

Anlasana, “senin ve halkının kaderini belirleyen bu oyun” senin değil Kardeşim.

Bu oyun “senin oyunun değil”.

Bu oyun, “Anadolu insanının oyunu değil”.

Bu oyun, “Türkiye’nin de oyunu değil”.

Bu oyun, “senin de gidip her seçim kayıtsız şartsız oy verdiğin partinin ve parti yöneticilerinin oyunu”; seçim kazansalar da kazanan, kaybetseler de kazanan; hep kazanan.

Anlasana artık; “bu senin oyunun değil”.

Sahi ne zaman uyanıp da bu oyunu bozacak ve millet olarak kendi oyununu kuracak ve partini sadece sana hizmet vazifesine geri göndereceksin?

Ne zaman, verdiğin değil, bilakis “artık vermediğin oyla”; partine “Az dur bakalım; sen şöyle bir kenara geç ve millete hizmet asli vazifene dön. Ben kendi oyunumu kendim kurar kendim oynarım; kader benim kaderim.” diyebileceksin?

Bugün Bayram.

Yeter uyuduğun. Lütfen, Bayram hürmetine, birliğimiz, beraberliğimiz, kardeşliğimiz, refahımız hürmetine… Lütfen bugün; çok geç olmadan; uyan artık. Uyan.

Bayramımız milletçe uyanışımıza vesile olsun; bayramımız, “gerçek bayram gibi” bayram olsun.  Hayırlı bayramlar efendim.




22 Eylül 2015 Salı

Sen Değişmedikçe Hiçbir Şey Değişmez

DeğişimHeyecan vericidir aslında; ama bir o kadar da ürkütücü bizler için.

Ve bu yaşamda kuraldır değişmekKaçınılmazdır.

Korksak da ürksek de değişiriz biz.

Çünkü değişmeyen tek şey “değişimdir”.

Tabi ki her süreçte olduğu gibi değişim de önce farkındalık ister; kendisinden ürkmek için de kendisini planlamak ve gelişimimize kapı aralamak için de.

Yani önce fark etmeliyiz; istesek de istemesek de hayat içinde değiştiğimizi. Hatta her şeyin değiştiğini

Belki, işte o zaman kavrarız, değişimden değil; “değişimimizi planlamamaktan” ürkmemiz gerektiğini.

Çünkü, kendisine akıl bahşedilmiş bir eşrefi mahlukat olarak; “kaçınılmaz değişimi”, öncesinde, “fark edememek”, sonrasında ise “planlayamamak ve yönetememektir” asıl korkulması gereken.

Amerikalı yazar Charles BUKOWSKI’nin de “Hayatta ya hayallerinin peşine düşersin ya da başına geleceklere razı olursun.” şeklinde ifade ettiği gibi, gelişigüzel ve değişimini planlamadan koca bir ömür tüketmektir bir insan için en ürkütücü olan.

Yanlış mı? Tüm hayatını akışına yaşayan bir bitkiden bir hayvandan; farklı olmalı insan

Her anını, istirahatten, eğlenceye ve çalışmaya; planlayarak ve dolayısı ile fark ede fark ede, hissede hissede yaşamalı insan

Lakin, bir ömür yaşamış; ama toprağı, suyu, çiçeği, bulutu hatta sahip olduğu güç ve zenginliği fark dahi edemeden, hissedemeden; göçüp gitmiş öyle çok insan var ki bu dünyadan.

“Yitik hayatlar” diye tanımlıyorum ben, bu farkındalıksız yaşamları ve üzülüyorum, çok üzülüyorum kuşkusuz.

“Sahip olamadığımız”, belki de beş para etmez, “metalar” peşinde elimizden kayıp giden bir yaşam…

Çevremizdekileri, ülkemizi hatta dünyayı değiştirme hevesi içinde tükenen bir yaşam…

Oysa ki, hayata farkındalıkla bakabilsek, üzerinde düşünebilsek, değişimi görebilsek ve kendi değişimimizi yönetebilsek; böylesine boş, kayıp gider miydi hayat elimizden?

Dünyada, “değiştirebileceklerimizle”, “değiştiremeyeceklerimizi” ayırt edebilseydik en önce; sonra da değiştirebileceklerimizi “değiştirmek için mücadele etseydik”; değiştiremeyeceklerimizi ise “kabullenip bir selam çakıp yolumuza devam edebilseydik”; çok daha anlamlı ve değerli olmaz mıydı yaşam?

Westminster Kilisesi’ne defnedilmiş papazın vasiyeti üzerine; mezar taşı üzerinde de biz insanlara bu minvalde yani kendi değişimize odaklanmakla ilgili yani önce kendi yaşamımızı yönetmekle ilgili bir öğüt yok mu?

Bu papaz diyor ki Efendim, mezar taşından okuduğumuz ifadelerine göre:

“Ben 20’li yaşlardayken, dünyayı değiştirmek isterdim. Senelerce mücadele ettim bu uğurda ve 30’lu yaşlara geldiğimde; dünyayı değiştiremeyeceğimi fark ettim.

Sonra hedef küçülttüm ve ülkemi değiştirmeye karar verdim. Lakin 40’lı yaşlara gelince ülkemi de değiştiremeyeceğimi anladım.

Güncelledim hedefimi. Bu defa ailemi değiştirecektim. Ama 50’lere geldiğimde ki şu an ölüm döşeğindeyim; ailemi de değiştiremediğimi görüyor ve derin bir üzüntü duyuyorum.

Ve düşünüyorum da, ben galiba işe tersinden başlamışım.

Hayatımın en başında, yani 20’lerde… işe kendimi değiştirmekten başlasaymışım; belki benden etkilenerek ailem de değişirdi. Ailemin de değişimi ve desteği ile sonra belki ülkemi… kim bilir belki de sonra dünyayı değiştirebilirdim.”

Ben de bu anlamlı yazıttaki ifadeler üzerine diyorum ki…

Önce hayatın “fakına” varalım.

Değiştiremeyeceklerimizin peşine değil; “değiştirebileceklerimizin” peşine düşelim.

Sahip olamadıklarımızın arzusu peşi sıra yaşamımızı tüketmeyelim; “sahip olduklarımızın huzuru ile” bize bahşedilen bu eşsiz hayatı yaşayalım.

Annemizi, babamızı, çocuğumuzu, eşimizi, kardeşimizi, arkadaşımızı, birbirimizi değiştirme gibi ham hayaller peşinde yitip gitmeyelim; “kendi değişimimizi yönetmeye ve dolayısı ile kendi gelişimimize” odaklanalım.

Çünkü bil ki, “sen değişmedikçe”; hiçbir şey değişmez.

Sen değişirsen; kim bilir belki dünya da değişir. Gezegen olarak Dünya kesin değişir mi, bilemem; ama yine emin ol ki…

Sen değişirsen (gelişirsen); “senin dünyan da” seninle birlikte kesin değişir.

Haydi durma. “Hemen şimdi değişime başla” ve bizzat “dene” istersen.

Sonra bana teşekkür etmesen de olur




19 Eylül 2015 Cumartesi

Kişver-i Rum “valide” olsa artık bize!

Maalesef bir nev-i taht mücadeleleri tarihidir tarihimiz. Öyle ki Devlet-i Ali Osmaniye’nin, Fetret sonrası en ciddi bölünme tehlikesi yaşadığı devirde, Fatih Sultan Mehmet Han’ın oğlu II.Bayezid’in kardeşi Cem Sultan ile kavgaları esnasında söylediği meşhur sözdür “Bu Kişver-i Rûm, bir ser-i pûşîde-i arus-ı pür namustur ki iki damad hutbesine tâb götürmez.” Yani “Osmanlı, öyle başı örtülü ve namuslu bir gelindir ki; iki damadın talip olmasına rıza göstermez.” sözü… Ve belki de bu söz, dayanağıydı, dönemin meşhur kardeş kavgalarının.

Devlete, samimiyetle ve yarış edercesine hizmet edilecek bir “valide” gibi değil de; ancak tek sahibi olunabilecek “arus” (gelin) gibi bakan bir “anlayışın” belki neticesi idi bu kavgalar.

Ve belli ki, çok normaldi, aynı geline yani aynı devlete, aynı hissiyatla bakan kardeşlerin canhıraş kavgaları.

Ve devlete talip olan kardeşlerce kutsallaştırılan, hizmet edilen, hakikaten “devletler miydi”; yoksa devlete hizmet setresi ardına gizlenmiş “kardeşlerin nefisleri miydi” bir ömür hizmet edilen ve kutsanan?

Elbet bugün, dünün, o ahval ve şerait altında cereyan eden fiil ve faillerini; sorumsuz şekilde ve rahat bir eda ile tenkit edecek anlayışta değiliz. Lakin, tarihte yaşananları, doğruları ve yanlışları ile irdelemeden de asla sağlıklı, huzurlu ve muvaffak bir toplum olamayacağımız aşikardır.

Millet olarak, dünden bugüne, en hayati yanlışımız, kendimizi, en kıymetli ve vazgeçilmez görüyor olmamız yani iflah olmaz kibrimizdir kanaatimce. Kaldı ki İslamiyet’le şereflenişimizin ardından ve Efendimiz’in (s.a.v.) “Kalbinde zerre kibir olan; cennete giremez.” sözüne rağmen, egomuz ve hırslarımız peşinde koşarken, “kendimizi büyük” herkesi küçük görüşümüz, ne şahsımıza ne de halkımıza hayır getirdi zaten.

Öyle ki “Sapı ağaçtan olmayan balta, ağacı devirmez.” gerçeğini fark eden, bu milletin ve insanlığın ezeli düşmanlarının, dünden bugüne bizlere yaşattığı onca bölünmüşlük, yenilgi ve acı da kibrimizle ilintili şahsi çekişmelerimizin sonucu değil midir sizce?

İnancımızda yeri olmayan, her çeşit şucu veya bucu suni yapıların yani İslamcı, Kürtçü, Türkçü, Cemaatçi, Ulusalcı, Sosyalist, Kapitalist vs kesimlerin, devleti ve yönetimi ele geçirmek adına, kendi içlerinde dahi çatışmalarının bizlere gösterdiği; tüm feveran ve mücadelelerin, devlet millet için değil, kişisel ve ideolojik çıkarlar için olduğu değil midir?

Dünden bağımsız olarak, bugün bizler ve bilakis, belki de özel seçilmiş olarak önümüze konan liderler; Kişver-i Rûm’u yani Türkiye’yi, tek sahibi olacağımız “arus” (gelin) olarak görmeye devam ettikçe; birbirimize olan hıncımız, hakaretimiz, düşmanlığımız bitmeyecek ve Kişver-i Rûm’un makus talihi, maateessüf,  ebediyen değişmeyecektir.
Hülasa, Kişver-i Rûm, 76 milyon insanımızla, el ele kendisine hizmet edeceğimiz bir “valide” olsa artık bize.

Kişver-i Rûm, milletçe kardeş olduğumuzu hissettirecek “valide” olsa artık bize.  

Niçin "ÖC ALAN" ? Hiç Düşündünüz mü?

Doğru tahmin. Bildiniz. Başlık, malum Abdullah ÖCALAN’a işaret ediyor.

Sayın mı dersiniz, bebek katili mi takdir sizin…

Kendileri, Kesire YILDIRIM (ÖCALAN), Cemil BAYIK, Kemal PİR ve Haki KARAER ile 1974’te Ankara’da yaptıkları toplantı ile, PKK terör örgütünün temellerini atan zattır. Partiya Karkeren Kürdistan (Kürdistan İşçi Partisi), sözde kürt haklarını savunmak amacıyla kurulmuş Marksist Leninist PKK’nın kurucusu yani.

ÖCALAN’ın ortaya çıkışından bugüne kadar geçirdiği süreç; doğru bilinen yanlışlarla doludur.
Büyük Ortadoğu yani Büyük İsrail Projesi kapsamında, özellikle Abd ve Batılı Devletlerce var edilen PKK ve lideri APO projesinin fikri kaynağı 1880’li yıllara dayanmaktadır.

Büyük Ortadoğu Projesi’nin amacı, ASALA ve akabinde APO liderliğindeki PKK eli ile; Türkiye’nin doğusunda Ermeni, güneyinde ise bir Kürt devleti kurup İsrail’in güdümüne vererek arz-ı mevud denilen topraklarda Büyük İsrail’i inşa etmektir.
Peki bize sunulduğu gibi ÖCALAN bir kürt müdür?

Nasıl ki PKK, kürt haklarını savunmak üzere kurulmuş yerel bir örgüt değilse; ÖCALAN da zaten bir kürt değildir.

Kısaca ifade etmek gerekirse, APO da, lideri olduğu PKK da ülkemizde inşa edilmiş onlarca ABD İsrail projesinden biridir ve buzdağının sadece su üstünde görünen kısmıdır. Suyun altındaki devasa yapı ise her fırsatta ABD İsrail karşıtı görünenler de dahil PKK’yı ve ÖCALAN’ı Türkiye’de bugünlere taşıyan legal veya illegal tüm unsurlardır. Ve Türkiye için gerçek tehlike PKK ve APO değil; bilakis onları bir şekilde bugüne dek gündemde ve ayakta tutan milli görünümlü yapılardır.

Sahi kimdir Abdullah ÖCALAN?

Ve niçin “ÖC ALAN” hiç düşündünüz mü?

Gerçekte ÖCALAN, Ermeni tehciri diye iddia edilen süreçte, doğudan batıya göç eden bir Ermeni ailenin çocuğudur. Göç sırasında daha çocuk olan anne babası yerli ailelerce himaye edilmiş ve büyütülmüştür.

APO’nun ismi gerçekte Artin AGOPYAN’dır. Ailesi ve kendisi, tıpkı o dönemde sıkıntı yaşayan diğer Ermeniler gibi; yaşadıklarından Türk ve Kürtleri sorumlu tutmuştur. Bütün arzusu Türk ve Kürtlerden intikam almak olan bu ailenin soyadı işte bu yüzden ÖCALAN’dır. Abdullah ise, Müslüman bir toplum içinde yaşayabilmek için doğru bir addır.

İşte 1980’lere doğru, Ermenilerin Türkiye’yi baskılamak için kurmuş olduğu Marksist Leninist ASALA’nın zayıflaması sonrası yerine bina edilen bir ABD İsrail projesidir PKK ve lideri ÖCALAN.

Bir Ermeni tarafından kurulan ve üyelerinin 2/3’si Ermeni olan PKK; Kürtlerin hakkını korumak için değil, Ermenilerin, Türk ve Kürtlerden intikam almak için var ettiği bir örgüttür kuşkusuz. Ve kürt milliyetçiliği adı altında, Türkiye’de kardeş kavgasını körüklemek için kurulmuştur.

ÖCALAN’ın kayınbiraderi Şemdin SAKIK, yazdığı “Şemdin SAKIK’tan Mektuplar” adlı kitabının 202.sayfasında “Hangi milletten olduğu anlaşılmadığı gibi hangi dine mensup olduğu da bir o kadar muğlaktır. Bir bakmışsınız, İslam Dini’ne sarılmış, bir de bakmışsınız ki Papa’dan daha fazla İsevi olup çıkmış. Hatta kendisiyle Hz. Musa arasında  benzerlikler kuracak kadar Yahudileşmiş. Bazen Sünni, bazen Alevi, bazen Harici’dir kendisi.” demektedir PKK lideri hakkında.

“Her millet kendi kaderini tayin hakkına sahiptir.” tezi ile Türkiye’yi parçalamayı hedefleyen Wilson prensipleri ve Büyük İsrail’i kurmayı amaçlayan Büyük Ortadoğu Projesi son sürat mesafe kat etmektedir bu topraklarda velhasıl. Hem de siyasi, askeri, istihbari tüm vasi yerel destekçileri ile.

Önemine binaen, bir kez daha, altını çizmek istiyorum ki:

APO da, lideri olduğu PKK da ülkemizde inşa edilmiş onlarca ABD İsrail projesinden biridir ve buzdağının sadece su üstünde görünen kısmıdır. Suyun altındaki devasa yapı ise her fırsatta “ABD İsrail karşıtı görünenler de dahil” PKK’yı ve ÖCALAN’ı Türkiye’de bugünlere taşıyan legal veya illegal tüm unsurlardır. Ve Türkiye için gerçek tehlike PKK ve APO değil; bilakis onları bir şekilde bugüne dek gündemde ve ayakta tutan “milli görünümlü” yapılardır.

Allah bize, tez zamanda, akıl, izan ve şuur versin. Versin ki yoksa içinde bulunduğumuz bu gafletle sonumuz maazallah yakındır.

Not: PKK lideri Ermeni’dir derken, amacım asla bir kavmi aşağılamak değildir. Karşı durmayı görev saydıklarımız Türkü, Kürdü, Ermenisi ile sadece ve sadece kötü niyetli ve zalimane tavrı olan yaklaşımlardır.Hiçbir mensubiyete karşı önyargılı ve düşmanca bir düşünce ve tavrımız olamaz. Önemle arz etmek isterim.